Written by 12:05 Allgemein

Üç kitap bir tabu (1)

Songül Kaya Karadağ

Ermeni düşmanlığının neredeyse 100 yıl öncesine dayanan bir tarihi var. Hatta daha da eski. Bu tarih bir tabu. Yasaklı bir konu. Cızzz…! Üzerine bırakın yazmayı, konuşmak hatta düşünmek, rüya görmek bile „günah“. Çok şükür günümüzde korka korka bile olsa bu „günahı işleyenler“ var. Tabuları yıkmak, gerçeğin üzerine ışık tutmak için yazanlar, konuşanlar, tartışanlar.

 

 

Hayır, herşey adına Ogün denilen bir çocuğun bir 19 0cak günü Hrant Dink adlı Ermeni gazeteciyi öldürmesiyle başlamadı. Az çok dünya ve tarih bilgisi olanlar bilirler. Ermeni düşmanlığının neredeyse 100 yıl öncesine dayanan bir tarihi var. Hatta daha da eski. Bu tarih bir tabu. Yasaklı bir konu. Cızzz…! Üzerine bırakın yazmayı, konuşmak hatta düşünmek, rüya görmek bile „günah“. Çok şükür günümüzde korka korka bile olsa bu „günahı işleyenler“ var. Tabuları yıkmak, gerçeğin üzerine ışık tutmak için yazanlar, konuşanlar, tartışanlar.

Elimdeki üç kitap Hrant Dink´in öldürülmesinden sonra yayınlanmış. Üçü de kullanmalık metin türünde, yani kurmaca değil, doğrudan belgelere dayalı. Biri araştırma- inceleme, biri zaman zaman söyleşilere de yer veren biyografi çalışması, bir diğeriyse röportaj. Tarafsızlığın altını çizebilmek için şunu söylemekte yarar var. Kitapları kaleme alan her üç yazar da Ermeni olmaktan uzak. Kemal Yalçın Almanya´da bir Türkçe öğretmeni, Ece Temelkuran aykırı ve başarılı bir gazeteci, Ayşe Gül Altınay başta kadın sorunu olmak üzere toplumsal sorunlara duyarlı bir akademisyen.

Tabi bu arada Ayşe Gül Altınay ile birlikte röportajları yapan Fethiye Çetin var bir de!, -Avukat. Bakın onda var Ermenilik! Hepimizde olduğu ya da biraz derinlere inersek olabileceği kadar. Anneannesi, Müslümanlaşmak zorunda kalan bir Ermeni çünkü. Eğer „Torunlar“ adlı bu kitabı okumadan önce „Anneannem“´i okuma şansınız olmuşsa, Fethiye Çetin´in anneannesinin Ermeni olduğunu öğrendikten sonra yaşadığı travmayı da bilirsiniz.

Kitap-Torunlar-Travma

Oysa “Anneannem“ yayınlandıktan sonra bu travma sadece Fethiye Çetin´in travması olarak kalmadı. Türk, Ermeni, Kürt, Çerkez, Süryani, Yezidi, Tatar, Terekeme yani Anadolu´da adı saklı olan ya da olmayan ne kadar insan varsa herkes aynı travmayı yaşadı. Sarsıldı, korktu, ağladı, utandı. Bu kitabın en sancı veren yanıysa, insanların daha çok bilmek istemesiydi… 97 yıl önce yaşananlar sadece Ermeniler´in değil, Anadolu´nun ağrısıydı çünkü. Ispatı mı? Işte Torunlar´ın anlattıkları…

“Torunlar” adlı kitap Ayşe Gül Altınay ile Fethiye Çetin´in yaptığı 24 röportajdan oluşuyor. Aslında 25 kişiyle röportaj yapılmış. Ama 25. röportajın sahibi kitap baskıya hazırlanırken, son anda bu “günaha girmekten” vazgeçmiş. Kendisiyle yapılan röportajın yayınlanmamasını istemiş. Sebep; korku… Diğer 24´ü bu “günahı işlemişler”. Tabi adlarını vermeden, yerlerini belli etmeden. Sebep; gene korku.

Bu kitap Metis yayınları tarafından ilk önce 2009, daha sonra da 2010 yılında yayınlanmış. Röportajlarda değişik yerlerden, yaşlardan bazı kişilerin, birgün dedelerinin ya da ninelerinin Ermeni olduğunu öğrendikten sonra yaşadıkları iç hesaplaşmalara tanık oluyorsunuz. Korkulduğu için gizlenen bir kimlik önce şok yaratıyor. Sonra o kimliğe bağlı o güne kadar öğrenilmiş olan tarihsel bilgiler sorgulanıyor. Derken  bu kez farkında olmadan benimsenmiş bir „sahte kimlik“ çıkıyor karşınıza. „Türküm! Doğruyum! Çalışkanım!”.  Bu sahte kimliğin artık daralan ve daraldıkça acıtan kolları. Artık büyüdüğünüzü çocuk olmadığınızı fark ediyorsunuz. Ne kadar samimi olabilirsiniz ki bundan sonra “Türküm!” diye and içerken!?…

Kitaptaki ilk röportaj, adı Barış olarak değiştirilen 21 yaşındaki bir gence ait.  Röportajı yapmadan bir buçuk ay önce öğrenmiş anneannesinin Ermeni olduğunu. Öğrenince bir travma yaşadım demiyor. Ama anlatırken o kadar samimi ve içten ki, yaşadığı yoğun travmayı hissetmemek mümkün değil. Konudan konuya atlıyor mesela. Anlattıklarına bazan kendi duyumsadıklarını katıyor, bazan gördüğü  ya da duyduğu bir şeyi. Bazan kendisine „kimsin sen?“ denilmediği halde, bu soruya cevap veriyor. Şöyle diyor mesela; „…Dedem Ermeniler´i hiç sevmez, soyadımız tam bir Türk soyadı. Tamamen Türküz diye düşünüyordum. Hiç öyle değilmiş. ….Lisede edebiyat dersinde hocam tek Türk´e benzeyen, kemik yapısı Türk´e benzeyen olarak beni örnek göstermişti. En Türk surat benim suratımmış.“  – değilmiş ama. Barış öğretmeninin söylediği gibi „safkan Türk“ değilmiş. Hatta annesinin annesi Ermeniymiş. „Hem de Ermeni!-Düşman yani!“

Sonra Barış anneannesinden duyduğu eksik-yarım kalan bilgileri, ailesindeki tartışmaları, Ermeni sorunuyla ilgili okulda öğretilenleri, internette okuduklarını birleştirmeye çalışıyor. Yaşananlarla okuduklarının birbirini tutmadığını farkettikçe acı  çekiyor. Sancılanıyor belli. Hem bilmek istiyor hem bildikçe huzuru kaçıyor. Anneannesiyle daha fazla konuşması gerektiğini söylüyor bir yerde. O bilgileri ve belgeleri toplamak istediğini, bunu ailede sadece kenisinin yapabileceğini… Genç, açık, cesur, dürüst bir insan. „En Türk benim!“ demiyor, diyemiyor artık. Kendisiyle yapılan röportaja verilen başlık yaşadığı travmanın da boyutunu gösteriyor aslında; „insan bağırmak istiyor ilk duyduğu zaman… balkona çıkıp bağırmak istiyor.“ diyor.

Röportaj yapılanlardan biri 73 yaşında, ama çoğu 40 yaşlarının ortasında olan torunlar. Hepsinin arkasında acı çekmiş bir nine ya da dede, onların gizlemek zorunda kaldıkları tarihsel acılar var. Yok edilmeye yönelik ölümler… Bu tarihsel acıların tanıkları o zaman çocuktular. Bir çocuğun gözleriyle kaydetmişler herşeyi. Belki buyüzden „Politik bir tutum söz konusu olamaz, yalan yanlış olamaz anlatılanlarda!“ diye düşünüyorsunuz. Öte yandan yaşananlar tümüyle duygusal ve insani olanı ele veriyor zaten. Yalan-dolan yok, manipulasyon yok. Artık yaşlanan ve hatta çoğu hayatta olmayan insanların çocukken çevrelerinde algılayabildikleri ve anlatabilme fırsatı bulabildikleri neyse o kalıyor elinizde. Işte kitapta bu sınırlamadan kaynaklanan ağırlık bir hastalığı getiriyor aklınıza. Her satırı okurken sancılanıyorsunuz siz de. Alzheimer. Hani hatırlamak ister de insan hatırlayamaz ya. Zorlar beynini. Hatırlayamamak acı verir. Sinirlendirir. Ne yapacağınızı bilemezsiniz. Torunlar anlatırken toplumsal hafıza giriyor devreye. Geriye kalan ne kadar sağlıklı beyin hücresi varsa hepsini kullanmak istiyorsunuz. Hayatta kalanların hepsiyle konuşmak, yaşadıklarını kaydetmek, sözlü bir tarih çalışması yapmak, yazmak ve hatta Barış´ın içinden geçtiği gibi balkona çıkıp bas bas bağırmak istiyorsunuz.

Close